Namazı Huzur ve Huşu İçinde Kılmak

“Ömer Muhammed Öztürk / 16 Nisan 2010 Medîne-i Münevvere”
Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) “Namaz dinin direğidir.” buyurmuşlardır. Nasıl ki bir çadırın direği çekildiği zaman çadır ayakta duramaz ve yıkılırsa, namaz kılmayınca da kişinin dîni ayakta durmaz. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) “Namazı kim terk ederse kâfir olur.” buyurmuşlardır. İmâm-ı A’zam (r.a.) dışındaki üç mezhep imâmı bu hadîs-i şerîfe göre, beş vakit namazı arka arkaya özürsüz olarak geçiren kişinin küfre girmiş olacağı için boynunun vurulması gerektiğine hükmetmişlerdir. Yalnız İmâm-ı A’zam (r.a.) bu hadîs-i şerîfi “Resûlullâh (s.a.v.) bu hadîs-i şerîfi ‘Eğer kişi bundan sonra namaz kılmayacağım diye niyet ederse kâfir olur’ ma‘nâsında buyurmuşlardır. Bunun dışında tembellikten, ihmalkârlıktan veya başka endişelerden dolayı namazı kılmazsa kâfir olmaz, günahkâr olur.” şeklinde yorumlamıştır ve buna göre hükmetmiştir. İmâm-ı A’zam (r.a.)’in bu hükmü kişinin küfre düşmesini engellemek için bir ruhsattır, namazı kılmamak için bir kolaylık değildir. Zira namaz İslâm’ın olmazsa olmazıdır.
Namazın bir edâsı vardır bir de kabûlü vardır. Namazın edâsının şartı; kişinin güzelce temizlendikten sonra abdest alması; namazın on iki farzına ve tâdîl-i erkâna riayet ederek kılmasıdır. Bunları yaptığı takdirde namaz borcu kişinin üzerinden düşmüş olur. Ulemânın beyânına göre bir namaz geçirmenin karşılığı seksen yıllık cehennem azâbıdır, Allâh (c.c.) cümlemizi muhafaza buyursun. Hâlbuki namazın ka-bûlünün şartı namazda Allâh (c.c.) dışında bir şeyi düşünmemektir. Bunu başarabilen kulları için Allâh (c.c.) “O mü’minler ki namazı huzur huşu içerisinde kıldılar, onlar muhakkak felâha dâhil oldular.” âyet-i celîlesi ile kat’î olarak felâh va’d ediyor. Bu âyet-i kerimedeki müjdeyi iyi kavramak gerekir. Allâh (c.c.) felâha dâhil olma konusunda Âl-i İmran sûresinin sonunda “Ey îmân edenler; sabredin, sabrı tavsiye edin, Hakk Teâlâ Hazretlerine Rabt-ı kalb edin (Cenâb-ı Haktan ayrı kalmayın, O’nu unutmayın), Allâh’tan da korku üzere, olun umulur ki felâha dâhil olursunuz.” buyurarak beş tane şart saymıştır ve sonunda “umulur ki felâha dâhil olursunuz” buyurmuştur. Hâlbuki namazı huzur huşu içerisinde kılanlar için doğrudan “Muhakkak felâha dâhil oldular” (Mü’minûn s. 1-2 Âl-i İmrân s. 200) buyurmuştur. Resûlullâh (s.a.v.) “Bir kişi iftitah (başlangıç) tekbirinden namazdan selâm verinceye kadar, Allâh dı-şında bir şey düşünmeden, iki rek’at namaz kılarsa cennetlik olur.” buyururarak namazı hakkı ile kılabilmenin ne derece mühim ve zor olduğunu bize bildirmektedir.
Sa’d ibn Muaz (r.a.) “Müslüman olduğumdan şu ana gelinceye kadar, namaz kılarken Allâh (c.c.) dışında bir şey düşünmek, benden kat’iyyen vârid olmamıştır” demiştir. Hasan-ı Basrî hazretleri sahâbe efendilerimiz için “Onların kalplerinde îmân dağlar gibi sabitti” demiştir. Tabîki o zâtlara Allâh (c.c.) öyle bir îmân nasib etmiş ki; Resûlullâh (s.a.v.)’in o hidâyet güneşini görür görmez O’na öyle bir aşkla, şevkle, candan muhabbetle bağlanmışlar ki bu neticeye varmışlar. “Müslüman olduğum andan itibaren” diyor, Allâh (c.c.) şefaatine nâil eylesin.
Hz. Alî (r.a.) efendimizin ayağına mızrak (veya ok) batmış. Kendisine “Çıkarırken ağrısına dayanamazsın, seni bir yere direğe bağlayıp dağlayalım.” dedikleri zaman “Hayır hiçbirine gerek yok, ben namaza durayım siz çeker çıkarırsınız benim haberim olmaz” cevabını veriyor. Sonra Hz. Alî (r.a.) namaza duruyor, mızrağı (veya oku) çekip çıkarıyorlar. Namazı bitirince “Çıkardınız mı?” diye soruyor. Ayağındaki mızrağın (veya okun) çıkarılmasını dâhi hissetmeyecek kadar huzur ve huşu içinde kılıyor namazı. Hz. Alî (r.a.) namaza başlamadan evvel Allâh (c.c.)’nun “Biz bu yükü dağlara taşlara arz ettik, yüklenmekten kaçındılar. İnsanoğlu zâlimdir, câhildir, o yüklendi bu yükü.” lafzına ithâfen “Dağların, taşların, semâvâtın yüklenemediği yükü yüklenme zamanı gelmiştir.” derdi. Allâh (c.c.) bizi de bu zâtların yolunda olmayı, onlar gibi namaz kılmaya çalışmayı nasib etsin. Bu nasıl inançtır, bu nasıl imândır, bu nasıl Al-lâh (c.c.)’ya bağlanmaktır, nasıl O’nu görür gibi ibadet etmektir, Allâh (c.c.) bizleri de onların yolunda eylesin.
Sahâbe dışından bir örnek ise tâbiînden veya tebe-i tâbi-înden olan ehlullâhın büyüklerinden Fudayl ibn Iyâz hazretleridir. Kendisinin eli kangren olmuştu ve kesilmesi icap ediyordu. Ona da “Seni direğe bağlayalım, keserken dayanamazsın.” diyorlar ve o da cevâben “Gerek yok. Ben namaza durayım, siz kesersiniz, benim haberim olmaz.” diyor. Hazret namaza duruyor, elini kesiyorlar, haberi olmuyor. Yine ehlullâhtan bir başkası namaz kılarken kıldığı yerin çatısı yıkılıyor. Sadece kendi üzerindeki kısmı kalıyor, haberi dâhi olmuyor. Etraftan gelip “Efendim acele edin, dam göçüyor. Çabucak buradan ayrılın, altında kalmayın göçüğün” diye haber veriyorlar.
İmâm-ı A’zam hazretlerinin âdeti geceleri namaz kılarken iki rek’atta Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmekti. Bunun dışında bazı rivâyetlere göre bir tanesi kesin olmak üzere birden fazla defa da tek rek’atta hatmettiği nakledilmiştir. Bir gece yine bu şekilde namaz kıldıktan sonra etrafındakiler “Efendim siz daha evvel iki rek’atta hatmederdiniz, bu sefer birinci rek’atı çok uzun tuttunuz, neredeyse sabah namazı vakti girmek üzereyken rükû edip o rek’atı tamamladınız ve ikinci rek’atta da çok kısa bir sure okuyup namazı tamamladınız. Bunun sebebi ve hikmeti nedir?” diye sordular. İmâm-ı A’zam hazretleri cevâben “Kur’ân’ın tadı beni öyle bir sardı ki Nas sûresine gelince uyandım.” buyuruyor. Bu nasıl bir huşûdur, nasıl bir huzurdur, nasıl bir Allâh (c.c.) ile beraber olmaktır, bu nasıl Kur’ân okumaktır? Namaza Fatiha sûresi ile başlıyor, Bakara, Âl-i İmrân derken Kur’ân’ın tadı kendisini öyle sarıyor ki Nas sûresine gelip Kur’ân’ı hatmedince uyanıyor. Buna benzer örnekler İslâm tarihinde epeyce vardır. Allâh (c.c.) bizleri bu zâtların şefaatine nâil eylesin ve bizlere bu zâtların yolunda gitmeyi nasib eylesin.
Namazı huzur ve huşû içerisinde kılabilmek için ilk şart ihlâstır, sonra helâl lokmadır. Helâl lokma bütün kapıları açan bir anahtardır. Nebî (s.a.v.) Efendimiz “Şu iki lihye-teyn arasına (yani bıyıkla sakal arasına) girenle çıkana ve iki bacağınızın arasındakine kefil olursanız, ben de cennette beraber olacağımıza kefilim.” buyuruyor. Ulemâmız bu hadîs-i şerîfi “İki lihyeteynde girenden kastedilen helâl lokmadır, çıkandan kastedilen sarfedilen sözlerdir, iki bacak arasından kastedilen de tesettür-ü şer’înin tamâmıdır” şeklinde açıklamışlardır.
İhlâs ve helâl lokmadan sonra çok önemli bir diğer husus ise taharetin tam yapılmasıdır. İstibra, istinca ve istinka-ya son derece dikkat edilmelidir. Sonra abdest düzgün bir şekilde alınmalıdır. Abdest alırken sünnet olan duâlar okunarak uzuvlar yıkanmalıdır. Bunları yapıp namaz için Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna varınca öncelikle birkaç defa «Estağfirullâh el-azîm” diyerek istiğfar edilmelidir; zirâ yüce bir makama durulmaktadır. Bir insan, valinin, emniyet müdürünün veya bir devlet görevlisinin huzuruna çıkacak olduğu zaman bile nasıl kendine çeki düzen veriyorsa Allâh (c.c.)’nun huzuruna çıkacağı zaman ondan daha fazla kendisine çeki düzen vermelidir. Başlangıç tekbiri ile namaza başlanıldığı zaman kıyamda iken secde yapılacak yere, rükûda iken ayak uçlarına, otururken kucağa, selâm verirken omuzlara bakılmalı; etraf seyredilmemeli, namaz dışında bir şey ile ilgilenilmemelidir. Abdullah ibn Mes’ud (r.a.) “Biz Nebî (s.a.v.) zamanında namaz kılarken ayaklarımızın ucuna bakardık. Ondan sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) zamanında Müslümanlar biraz daha ileri gitti secde yerine bakar oldular. Ondan sonra Hz. Ömer (r.a.) döneminde biraz daha ilerledi ve daha ileri bakar oldular. Hz. Osman (r.a.) döneminde de yavaş yavaş sağına soluna da bakmaya başladılar.” demiştir.
Kişi namaz kılarken okuyacağı sûreleri en iyi bildiği ve en güzel okuyabileceği sûrelerden seçmelidir. Ayrıca bu sûreler okunurken Abdülkadir Geylânî (k.s.) hazretlerinin de “Kur’ân-ı Kerîm’i ma‘nâsını düşünerek okumaya çalışmak lazım.” buyurduğu gibi ma‘nâsı düşünülerek okunmalıdır. Rükû ve secdeler yapılırken herbirinin hakkı verilerek, tâdil-i erkâna riâyet edilerek yapılmalıdır. Türkiye’de hocalar tarafından rükûdaki düzgünlüğü anlatmak için sıkça kullanılan bir tabir vardır: Rükûda sırtına su dolu bir bardak koyulsa dökülmemesi gerekir. Bu seviyede düzgün olmalıdır. Secdede iken insanın en şerefli yeri olan yüzünün, O Rahman ve Rahîm olan Allâh (c.c.)’nun affı ve merhametine sığınarak yerlere sürüldüğünün farkında olması gerekir. Bilindiği gibi Nebî (s.a.v.) miraçta Hakk Te‘âlâ hazretleri ile görüşürken namazdaki tahiyyat oturuşunda olduğu gibi oturdu ve mübârek ellerini dizlerinin üzerine koydu. “Et-tahıyyâtü” duâsı Nebî (s.a.v.) ile Cenâb-ı Hakk’ın karşılıklı konuşmasıdır. Sonundaki Kelime-i Şahâdet ise Cebrâil (a.s.)’ın bu konuşmaya şahitliğinin ifadesidir. Namaz kılarken tahiyyat oturuşunda da okunan dualar bunlar düşünülerek okunmalıdır. Namaz sonunda selâm verirken sağımızda ve solumuzda bulunan meleklere selâm verildiğinin bilincinde olunmalıdır.
Namazın ardından tesbih çekerken ve duâ ederken gözler etrafta dolaşmamalıdır. Hakk Te‘âlâ hazretleri “Gözlerin hain bakışıyla, sadrların sakladığını Allâh bilir.” buyuruyor. İnsanın gözü ne tarafta ise sadrında o var demektir. Mahmud Sâmî Ramazanoğlu (k.s.) hazretleri duâyı anlatırken “Dili söylüyor kalbi tasdik etmiyor, ağzıyla belli şeyleri söylüyor gözüyle de başka taraflara bakıyor. Bu duâya icâbet olunur mu?” buyururlardı. Onun için namaz kılarken de tesbihatı yaparken de ma‘nâsını düşünerek ve hakkını vererek yapmaya çalışmak gerekir.
Namazda huzur ve huşûyu yakalamak için en önemli unsur insanda namazı bir an evvel bitirme kaygısının olmamasıdır. Bu kaygı olduğu müddetçe namazı huzur ve huşû içinde kılma şansı yoktur. Mahmud Sâmî Ramazanoğlu (k.s.) hazretlerinin öğrettiği bir düstur vardı: “Meselâ bir yerde yemek hazırlandı ve orada bulunan kişinin de karnı aç. Eğer akşam namazı gibi sıkışık zamanlı bir namaz değilse veya vaktin çıkmasına az bir süre kalmamış ise namaz kılarken insanın aklının yemekte kalmaması ve namazın huzur ve huşûsunun bozulmaması için önce yemeği yemek daha uygundur.” derdi. Netice itibari ile herhangi bir sebeple insan namazı bitirmek için kendisine zaman sınırı koymamalıdır.
Namaz kılarken Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda olunduğu, Hz. Alî (r.a.)’in ifade ettiği gibi hiç kimsenin yüklenemediği emaneti yüklemeye hazır olunduğu ve büyüklerin namazda huzur ve huşû için yaptığı tavsiyeler düşünülmelidir. Bu iş ise bir seferde başarılacak bir iş değildir, devamlı bu şekilde yapmayla başarılabilir.
Namaz esnasında şeytan da asla boş durmaz. Meselâ insan biri ile münâkaşa etmiştir sonra namaza durmuştur, şeytan o kişinin kalbinde o münâkaşayı devam ettirir ya da durup dururken namaz ile alâkası olmayan şeyleri insanın hatırına getirir. İbn Hacer el-Heysemî’nin İmâm-ı A’zam (r.a.) hazretlerinin menâkıbını anlatan kitabında şöyle bir kıssa anlatılıyor. Adamın biri tarlasında bir şey kaybediyor ya da daha sonra almak üzere bir yere bir şey bırakıyor sonra bulamıyor. İmâm-ı A’zam (r.a.) hazretlerine danışıyor, yardım istiyor. İmâm-ı A’zam (r.a.) hazretleri adama “Yatsı namazından sonra abdest al ve sabaha kadar namaz kıl, bulursun.” diyor. Adam bunu tatbik ediyor ve ertesi gün koşarak tekrar İmâm-ı A’zam (r.a.)’in huzuruna gelip bulduğunu söylüyor. Hazret “Peki nasıl buldun?” diye soruyor. “Namaz kılarken aklıma geldi.” diyor. İmâm-ı A’zam (r.a.) hazretleri “Senin sabaha kadar namaz kılmanı şeytanın engellemeye çalışacağını biliyordum, bu yüzden böyle söyledim.” diyor. Şeytanın işi budur, insanı Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran her şeyden onu uzaklaştırmaya çalışmak için uğraşır. Esas mesele şeytanı muhatap almamaktır. Bunu başarmak için de Resûlullâh (s.a.v.) “Kalb Allâh’ı zikre devam ederse şeytan me’yus olarak geri çekilir.” buyurarak bize yol gösteriyor. Şeytanın musallat olmasına mâni olmak için kalbi Al-lâh (c.c.) dışındaki her şeyden temizlemek gerekir ve bunun yöntemi zikrullâha devam etmektir. İnsan ne zaman Allâh (c.c.)’yu zikirden uzak kalırsa şeytan yine musallat olmaya devam eder. Namaz dışında şeytanın vesvesesinden kurtulmak için yapılması gerekeni Nebî (s.a.v.) çeşitli hâdis-i şerîflerinde bize anlatmışlardır. Salât ü selâm getirilmesi gerekir, zirâ salât ü selâma devam edilen yerde şeytan barınamaz. Hâlâ bu vesveseden kurtulunamazsa abdest alınmalı, hâlâ geçmezse gusül abdesti alınmalı, yine devam ederse iki rek’at namaz kılınmalı gibi birçok tavsiyeler vardır. Namazda bunlar yapılmayacağı için yapılabilecek tek şey onun hiçbir vesvesesine kulak asmamaktır. Müslüman başta belirtilen tavsiyelere uyarak namazını kılmaya devam etmeye çalışmalı ve şeytanın vesvesesinin üzerinde durmamalıdır. Bunu yapmayıp o vesveselere kulak verildiği takdirde insan telaşlanmaya ve namazda huzursuzluk yaşamaya başlar. Bunun üzerine şeytan daha fazla vesvese vermeye başlar ve bu durum namazın bozulmasına kadar gidebilir.
Nebî (s.a.v.) “Duâ ibadetin iliği (özü) mesâbesindedir.” buyuruyor. Cenâb-ı Hakk “Eğer sizin duânız olmasa, Allâh size niye kıymet versin.” buyuruyor. Namazı hakkıyla kılabilmek için tüm bunları yaparken de her zaman, özellikle de her namazdan sonra Cenâb-ı Hakk’a bunu başarabilmeyi nasib etmesi için duâ etmek gerekir. Müslümana düşen önce sebeplere sarılmak, sonra da sebepleri yaratan Allâh (c.c.)’dan bu sebepleri değerlendirebilmek için kendisine kuvvet vermesini dilemektir. Netice itibariyle insanın hakkıyla namaz kılıp kılamadığını anlayabilmesinin yolu, namazda Allâh (c.c.) dışında bir şey düşünmemeyi başarıp başaramadığını incelemesi ile ortaya çıkar. Kişi eğer Allâh (c.c.) dışında bir şey düşünmeden namaz kılmayı başarabilmişse o zaman namazı hakkıyla kılmış demektir. Bu da bir seferde olacak bir iş değildir. Belirli bir çalışma sonunda başarılabilinecek zor bir iştir, Allâh (c.c.) cümlemize nasib eylesin. Bu zor işi başarabilmek için en etkili yol tasfiye-i kalb ve tezkiye-i nefiste başarılı olabilmektir. Bunun için ise beş temel şarta riayet etmek gerekir; az yeyip oruç tutmak, zikrullâha devam etmek, ibadetleri huzur ve huşû içinde yapmak, geceleri teheccüde devam etmek, sâlih ve sâdıklarla beraber olmak. Bu beş şart bir Müslümana İslâmi hayatta bütün kapalı kapıları açacak anahtarlardır.
Ve salla’llâhu alâ seyyidina ve nebiyyina Muhammed. Da’vâhüm fîhâ sübhâneka’llahümme ve tahiyyetühüm fîhâ selâm. Ve ahim da’vahüm eni’l-hamdülillâhi Rabbi’l âlemîn. el-Fâtiha.